1. Anasayfa
  2. Kültür Sanat

Emanet- Talha Emre Akdemir’in Kaleminden Nefis Hikaye


0

Hafifçe aralanmış pencerenin arasından, kısık bir şekilde gelen horozun sesi Mehmet’i uyandırmaya yetmişti. Mehmet, her sabah olduğundan farksız şekilde odasının bulunduğu çatı katından aşağıya inerken uzun boyu nedeniyle kafasını hafifçe duvara çarpıp, küçük bir baş ağrısıyla dış kapının yanındaki güğümden iki tas üzüm hoşafı doldurdu, dün akşamdan kalan ekmekleri yavaş yavaş sönmeye başlamış olan sobanın üstünde ısınmaya terk etti. Annesini uyandırmak için odasının kapısını çalıp içeri girdiğinde, annesi çoktan uyanmış Mehmet’in kendisine yardım etmesini bekliyordu. Gençliğinde geçirdiği talihsiz bir kaza neticesinde sağ bacağını kaybeden annesinin koluna girip yemek masasına kadar eşlik etti. Kahvaltılarını yaptılar, annesine evin bahçesindeki köşesine kadar yardımcı oldu ve evin hemen arkasındaki ahıra doğru yol aldı. Mehmet günlerini, köyün varlıklı insanlarının hayvanlarının bakımlarını yaparak, onları otlatmaya çıkartarak geçirir, bunun karşılığında günlük yevmiye alırdı. Ahırın kapısını açarken onu en yakın dostu Paşa karşıladı, Paşa iki bacağının üstüne kalktığında boyu Mehmet’in dört parmak aşağısına kadar gelen, Mehmet’in çocukluğundan beri en yakın dostu, sırdaşıydı. Paşa’nın kahvaltısını önüne bıraktıktan sonra, hayvanların iplerini tek tek çözdü ve Mehmet’in hayvan otlatmak için senelerdir değişmeyen mekanı olan Yek Tepesi’nin eteklerine doğru yol almaya başladılar. Mehmet ve sürüsü yavaş yavaş yol alırken, kafasını son günlerde fazlasıyla meşgul eden bir konu vardı. Köyün büyükleri boş zamanlarında cami avlusunda toplandıklarında, sürekli düşmanın Mersin’e kadar geldiğini, yakında sabah uyandıklarında karşılarında birbirlerini değil Fransızlar’ı göreceklerini söylüyorlardı. Bu konu Mehmet’i derinden ilgilendiriyordu, babası onu koyu bir vatansever olarak yetiştirmiş bir askerdi ve beş sene önce isyankarlar tarafından şehit edilmişti. Bu yüzden vatanın kıymeti onun gözünde herkeste olandan kat kat fazlaydı, annesiyle kaldıkları evin haricinde babasından tek mirası vatandı. Mehmet’in gözü karaydı, düşmandan korkmazdı. Tek silahı babasından kalma hiç yanından ayırmadığı söğüt yaprağı bıçağıydı. Mehmet yalnızca o bıçakla düşmanın üstüne koşar, kanının son damlasına kadar savaşırdı ama akıbeti babasından farklı olmazdı. Bu onun için hayal edilemeyecek bir müjdeydi aslında ama o da öldükten sonra gariban, sakat annesinin hali ne olurdu? Ya kahrından ya da bakımsızlıktan tez zamanda o da onların yanına gelirdi.

Mehmet, bu derin düşüncelerin altından kafasını kaldırdığında Yek Tepesi karşısındaydı, Yarım saatlik yolu beş dakikada gidivermişti sanki. Hayvanlar, alışık olduğundan hiç vakit kaybetmeden esaretten kurtulmuş askerler gibi sağa sola koşuşturmaya başladılar. Mehmet, her zaman ki yerine asırlık çınar ağacının gölgesine oturdu, deri kesesinden biraz tütün çıkartıp cebindeki gazete kağıdına sardı, Yek Tepesi’nin muhteşem heybetinin huzurunda yakıp derin bir duman aldı. Çok küçük yaşta sigaraya başlamış ve tiryakisi olmuştu, ne yapsa ne etse bir türlü bırakamıyordu, sigaranın karşısında kendini ahırda günlerce bağlı kalan hayvanlardan farksız buluyordu. Koltuğunun altına sıkıştırdığı romanı çıkarttı, rastgele bir sayfa açtı ve okumaya başladı, bu kitabı ona köyün tek öğretmeni olan Muzaffer Hoca hediye etmişti ve tekrar tekrar okumaktan kitabın sayfaları yıpranmıştı. Kitapta genç bir öğretmenin çalıştığı okuldaki başka bir öğretmene olan imkansız aşkını anlatıyordu, bu kitap sebebini bir türlü anlayamadığı şekilde adeta Mehmet’in ruhuna nüksediyordu, kendinde o kitaptan bir şeyler buluyor ama işin içinden çıkamıyordu. Mehmet kitabın büyüleyici dünyasının içinde kaybolup giderken birden uzaktan bir ses duydu, Paşa’nın havlamasına benzetti ve sesin geldiği yöne doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Sesin kaynağına geldiğinde yanılmadığını anladı, Paşa bulunduğu iki metre kadar yükseklikte olan kayaların üstünden aşağıya doğru havlıyordu. Mehmet kafasını Paşa’nın havladığı yöne doğru çevirdiğinde başından aşağıya kaynar sular döküldü, bir anda beynine kan sıçradı. Paşa aşağıda bulunan yaklaşık otuz kişilik Fransız askerlerine doğru havlıyordu, demek ki köydekiler haklıydı düşman Mersin’e girmiş, şimdi de köylerini işgal etmek için köyün çevresinde keşif yapıyorlardı. Mehmet olayın şokunu henüz üstünden atamamıştı ki üstündeki madalyalardan grubun komutanı olduğu anlaşılan uzun boylu sarışın adam yanındaki askerlerden birine Mehmet’i işaret edip bir şeyler söyledi ve bunun ardından o asker hızlı adımlarla Mehmet’in yanına doğru yürümeye başladı. Mehmet, elini belindeki bıçağını attı ve cesur bir şekilde askerin yanına gelmesini bekledi. Asker, tam karşısına dikilip yarım bir Türkçeyle komutanın onu yanına çağırdığını, kendisiyle konuşmak istediğini söyledi. Bunun üzerine Mehmet, askerin peşinden komutanın yanına doğru yürümeye başladı. Komutanın yanına gittiklerinde, Mehmet komutanın karşısına dikildi, kaşlarını çattı ve konuşmasını bekledi. Komutan, eliyle Mehmet’in yanağını okşayıp yarım Türkçesiyle adını sordu, adını söyledikten sonra komutan söze başlayıp Mehmet’in bir türlü anlayamadığı yarı Türkçe yarı Fransızca kelimelerle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu soluksuz beş dakika kadar konuştu ve sustu. Mehmet ne dediğini anlamadı ama o düşmandı, ne dediğinin de pek önemi yoktu, muhtemelen kendisiyle pazarlık yapmaya çalışıyordu. Komutan meraklı gözlerle cevap vermesini beklerken, Mehmet’ in gözünü intikam bürümüştü. İçinde dev bir volkan gibi kaynayan intikam ateşiyle belinden bıçağını çekip komutanın karın boşluğuna sapladı, babasının hatırası olan bıçakla, babasının hatırası olan vatanın düşmanını bir hareketle yere sermişti. Diğer askerler bir çırpıda Mehmet’i yere serip ellerini ve ayaklarını bağladılar, ensesine yediği bir darbeyle bütün vücuduna bir sıcaklık yayıldı ve yavaşça gözleri kapandı. Mehmet babasının intikamı almış olmanın verdiği gururla düşman esareti altındaydı.
Mehmet gözlerini açtığında içinde elleri ve ayaklarının bağlı olduğu sandalye dışında, tam karşısındaki duvarda aralık bir pencere vardı, oraya bakıp güneşin batmakta olduğunu gördüğünde saatin altı yedi civarı olduğunu anladı ve bir anda aklına annesi geldi. Mehmet, normalde bu saatlerde evde olurdu annesi kim bilir nasıl endişelenmişti ama artık Mehmet bu duruma endişelenmiyordu, şehadetin eşiğine kadar gelmişti babasının yanına gidecekti. Aklına Muzaffer Hoca’nın anlattığı kahramanlık hikayeleri geldi, Muzaffer Hoca, anlattığı her kahramanlık hikayesinin sonunda kahramanların ölmediğini yalnızca bedenlerinin yeryüzünden kaybolduğunu, ruhlarının her zaman yaşadığını söylerdi. Mehmet, Muzaffer Hoca’nın sözlerine kayıtsız itimat ederdi, orada şehit te olsa yaşayan ruhuyla annesine dünyada yardım edebilirdi. İyice kendisine geldiğinde yüksek bir sesle “kimse yok mu” diye bağırdı, birkaç kez tekrar ettikten sonra kapıyı bir asker açtı ve yarım Türkçesiyle “sus!” diye bağırıp kapıyı sertçe yeniden kapattı. Mehmet, bulunduğu yerin ne kadar büyük olduğunu, içeride kaç kişi olduğunu bilmiyordu. Çareyi iplerden kendi başına kurtulmakta ve içeride ne kadar asker varsa kanı yettiğince karşılık vermekte buldu, bu tehlikeyi göze alacaktı çünkü vatan yekti, eşi yoktu ve uğrunda ölecekti. Ellerini hareket ettirip ipi gevşeterek kurtulduğunda gün doğmaya başlamıştı, eğilip ayaklarını da çözdükten sonra ayağa kalktı açlığın, susuzluğun ve uzun süre oturmanın vermiş olduğu sersemlikle odanın içinde sessizce birkaç adım attı ve kendine geldi. Mehmet çok heyecanlandı, çocukluğundan beri hikayelerini dinlediği, geceleri uyumadan önce hayallerini kuruduğu, babasından kendisine miras kalan kahramanlık sırası bugün ondaydı. Önce duvardan bir teyemmüm abdesti aldı, iki rekat namaz kıldı ve ellerini açıp günahlarından tövbe etti annesine dua etti. Daha sonra hayatındaki en içten besmeleyi çekerek kapıya doğru yöneldi, kapıyı açtığında karşısında nöbetçi askeri buldu, asker tam Mehmet’in üzerine atlayacakken o önce davranıp bıçağını çekip karın boşluğuna sapladı. Bıçağını elinden bırakmadan yavaş ve sessiz adımlarla yan taraftaki odanın kapısını açtı, odada kimse yoktu içerisinin düzeninden anladığı kadarıyla orası bir makam odasıydı. Mehmet’in bulunduğu oda ve makam odası dışında küçük kulübede başka oda ve öldürdüğü nöbetçi asker dışında başka asker de yoktu.

Dış kapıya doğru yöneldi, kapıyı açtı ve gördükleri karşısında içinden coşkun bir sel aktı. Fransız askerler, yaklaşık yirmi kişi kulübeye doğru geliyorlardı, arada otuz kırk adım mesafe vardı. Askerler Mehmet’i görünce kulübeye doğru koşmaya başladılar, Mehmet içeri girip öldürdüğü askerin silahını alıp ateş açmaya karar verdi, askerin yanına gidip silahını bulmaya çalışırken eline bir şey takıldı, çıkartıp baktığında bunun el bombası olduğunu gördü. Askerlerin gelmesine on adımlık bir mesafe kalmıştı, bu el bombasının patlaması hem yirmi askeri öldürmeye hem de düşmana bir karargah kaybettirmeye yetecekti. Bir anda çocukluğundan beri dinlediği bütün kahramanlık hikayeleri film şeridi gibi gözlerinin önünde canlandı, babasının sesi derinden fısıldadı kulağına “yolların sonu değil…” Mehmet, el bombasının pimini çekti bombanın patlaması bir kelime-i şehadet getirmeye bile yetmedi. Derin bir ses yankılandı Mersin semalarında “Kutlu olsun…”
Talha Emre Akdemir

İçeriği Nasıl Buldunuz ?
  • 0
    harika
    Harika
  • 0
    g_zel
    Güzel
  • 0
    fena_de_il
    Fena Değil
  • 0
    berbat
    Berbat
İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir